29 Mar 2011

NATO/ABD: ‘GO HOME!’=>GERÇEK: ‘ONE MİNUTE’


II. Dünya Savaşı 1945 yılında bitiyor, savaşın iki büyük galibi Amerika ve SSCB görünse de, gerçek galip ABD, yani “Anglosakson-Judea ortaklığı” oluyor, dönemin ‘Yeni Dünya Düzeni’ni de zaten ‘bu şirket (ortaklık)’ kuruyordu...



Bu dönemi hatırlatır şekilde, Rus Haber Ajansı “Novosti”, web site’sine bir video koyuyor; “Filmde bir helikopterden İngiltere Başbakanı Winston Churchill iniyor… Ardından bir uçak alçalıyor… Kapısından Başkan Franklin Roosevelt çıkıyor. Daha sonra kamera bir salonda, geniş bir masanın çevresinde dolaşıyor. Masada… Joseph Stalin, Roosevelt ve Churchill var… Bir zamanlar Yalta... Tarih: 1945 Şubat’ı…4 Şubat'ta başlayıp bir hafta süren konferansta, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının düzeni belirlendi” deniliyordu (1).

Yalta Konferansı hep ‘Dünyanın paylaşıldığı toplantı’ olarak görüldü. Fakat, olan paylaşım değil; ‘Anglosakson (Protestan Hıristiyan)-Judea (Yahudi) ortaklığının’, ‘I. ve II. Dünya Savaşı’ ile Avrupa’da Katolik Hıristiyanlığı (Almanya ve İtalya) yıkmasında ve bu yıkım sonrasında döneminin “Yeni Dünya Düzeni” kurulumu sırasında ‘Ortodoks Hıristiyan Rusları’ kullanması oluyordu…

Bu dönemde Birleşmiş Milletler (BM) kuruluyor, savaşın bitimine yakın, 1944’te; ABD’nin New Hampsive eyaletinde Bretton Woods kentinde toplanan konferansta ise, Uluslararası Para Fonu/IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) kurulması kararlaştırılıyordu. Yeni Dünya Düzeni “kurucuları”, üstelendikleri ‘misyon’ için müesseselerini birer birer kuruyor, 4 Nisan 1949’da Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), kömür ve çelik gibi iki önemli savaş malzemesi üretiminin bir elde toplanmasının savunulması olan Avrupa Birliği (AB)’de, 1940’lı yılların sonunda doğuyordu. II. Dünya Savaşı sonu/sonrası olan bu dönem, bizim ‘Amerikanlaştığımız’ dönem oluyordu…


‘Amerikanlaşmamız’ doğuyor…


‘Milli Şef İsmet İnönü, Türkiye’nin ‘yönünü’ ABD’ye çeviriyor, ‘Amerikanlaşmamız’ doğuyordu. Yeni Dünya Düzeni ‘kurulumu’ gereği Rus lider Stalin, 1947 yılında Türkiye’den Kars, Artvin ve Ardahan’ı ve Boğazlarda ‘askeri üs’ istiyor, bunun üzerine İnönü, ABD’den destek istiyor; ABD ise, Truman Doktrini ile yardıma başlıyor (12 Temmuz 1947), ama karşılığında, tıpkı bugünlerde Ortadoğu ülkelerinden istendiği gibi, serbest seçimlere dayanan ‘Demokrasi’ düzeninin yerleştirilmesi talep ‘şantajı’ geliyordu. Truman Doktrini, ABD’nn yeni politikasında ‘Sovyet karşıtlığı’nın temel esas olduğunu ilan etmesi, “komünizm tehdidi” altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağı oluyordu. Ortada “Rus tehditi (Soğuk Savaş) yok”, psikolojik harp var ama, ‘öcü Ruslar tuzağı’ ile, Türkiye, ABD’nin ‘kucağına’ itiliyordu...


‘Milli Şef’ İnönü, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde ‘Amerikan mandacısı’ idi, II.Dünya Savaşı’nın bitiminde ‘Amerikanlaşmamızın sebebi’ oluyor; “İsmet İnönü, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde ‘Amerikan mandacısı idi! O günlerde Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektupta, Amerikan mandası yandaşı olduğunu, bunu tek kurtuluş yolu olarak gördüğünü açıkça dile getirmiştir…Acaba…denize düşen yılana sarılır gibi, ülkeyi Amerikan emperyalizmine açmasında aynı duygu ve aynı umutsuzluk etkili olmuş mudur?.. Atatürk mandacılık düşüncesini savunanları eleştirmiştir, İnönü’de bunlardan biridir.” deniliyordu (2).

Amerikan rüzgârıyla Demokrasi’ye geçiliyordu: “İsmet Paşa, ünlü ‘12 Temmuz 1947 Beyannamesi’ni yayınlar ve ‘müjde’yi verir: Türkiye demokrasi rejimine geçecektir… Ne var ki aynı gün çok önemli bir gelişme daha olur: ABD ile bir anlaşma imzalanmıştır.” (3).

ABD’nin ‘Yumuşak Güç modeli’ ile Demokrasi’ye geçiyorduk: “Burada bir ayraç açmak ve Türkiye’nin çok partili düzene geçmesinde dış etkenin önemini bir kez daha vurgulamak gerekiyor… Truman Doktrini, 12 Temmuz 1947’de…imzalanan bir anlaşma ile uygulamaya konul(uyor)du.” (4).

Anlaşmanın hükümleri ile Türkiye’nin yazgısı değiştiriliyor, devletimiz, “Amerikancılığı-propagandasını yaymakla da” yükümlü hâle getiriliyordu: “…Türkiye, Amerikan askeri varlığına Türkiye’nin kapılarını açıyor, onlara ülke yönetiminin belli dallarında karar verme yetkisini tanıyor, Amerikan propagandasını devlet eliyle yapılmasını üstleniyordu… Bilmeliyiz ki Amerikan yardımı söylendiği gibi bir altın halka değildir. O, bedelini er geç kanımızla ödeyeceğimiz bir esaret zinciridir.” deniliyordu (5).

Bu dönemde Türkiye Demokrasi’ye (!) geçiyor, tıpkı bugünlerdeki gibi Türkiye ‘yeniden yapılandırıyor’; ‘Mülkiye-Askeri CHP eksenli’ bir yapı ile, ‘İlahiyat-tarikat eksenli’ ‘ikili/zıt’ yapımız doğuyor; ilahiyat okullarımız, Kur’an kurslarımız açılıyor, ‘Amerikan İslamcılığı’; ‘Coniliğin Müslümanlığı’ başlıyordu.


‘Amerikan İslamcılığı’ ya da ‘Coniliğin Müslümanlığı’ yaygınlaşıyor


1950 ile gelen Demokrat Parti’li dönem de yine “Amerikanlı”, ama Arapça Ezan’lı ve de ‘NATO’lu dönemimiz de oluyordu…

Bu döneme kadar Ezan (1932'den 1950'ye değin) Türkçe okunuyordu. “TÜRKÇE ezan okunmasına, 1932'de başlanmıştı... Demokrat Parti 1950'de iktidara gelince..iki gün içinde bu kanun kaldırıldı.” deniliyordu (6).

İnsanlar, tam 18 yıl süreyle günlük yaşamda kullandıkları dille namaza çağrılıyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 18 Temmuz 1932 tarihli genelgesiyle ve Atatürk’e atıfta bulunularak, ‘Arapça ezan’ okunmasının yasaklandığı belirtiliyordu. Fakat, asıl yasallaştırma ‘Milli Şef’ döneminde oluyor; “Ezan gibi ezan yasaklanıp yerine Türkçe sözler bağırılmaya başlandıktan sonra, Diyanet… Camilerde Türkçe ezan, kâmet, hutbe ve Kur’an okunmasının ‘günah’ olmadığına ilişkin ‘fetva mahiyetinde’ bir genelge yayınladı.

Başkanlığın ikinci genelgesi ise 18 Temmuz 1932 tarihliydi ve Atatürk’e atıfta bulunularak, Arapça ezan okunmasının kesinlikle yasaklandığı belirtiliyordu… Sene 1941’di…İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Dr. Refik Saydam Başbakandı. Arapça ezan okuyanlarla kâmet getirenlerin üç aya kadar hafif hapis, ikiyüz liraya kadar da hafif para cezası… Cezalandırılmalarını öngören bir yasa tasarısı TBMM genel kuruluna indirildi. 23 Mayıs 1941 günü de görüşülmeye başlandı… Ve o günden sonra Arapça ezan okuyanlarla, kâmet getirenler, şiddetle cezalandırıldılar…” deniliyordu (7).

1950’de Adnan Menderes Başbakan oluyor, 22 Mayıs günü koltuğuna oturuyor, 16 Haziran 1950 günü de, ‘Ezanı aslına’ döndüren kanunu TBMM’den geçiriyor; ‘Arapça ezan okuma’ suç olmaktan çıkarılıyordu: “Adnan Menderes, Arapça ezan için ilk işareti verdiğinde, henüz 14 günlük başbakandı… Menderes hükümeti ertesi gün tasarıyı TBMM'ye sundu. Türk Ceza Yasasının 526 maddesin(e)…1941'de eklenen ‘Arapça ezan ve kamet okuyanlar’ sözcükleri çıkarılıyordu. Bu…Arapça ezan okumanın suç olmaktan çıkarılmasına yetiyordu…Menderes, 16 Haziran’da…tasarının ivedilikle gündeme alınmasını istedi.. 17 Haziran 1950'de…ezan yeniden Arapça okunmaya başl(ıyordu).” (8).

Yasak kalkınca, 18-20 milyonun yüzde 98'ini teşkil eden Müslümanlar, yıllar boyu ‘sessiz sessiz’ çektikleri ıstıraplarından sıyrılıyor, sevince boğuluyordu…
Diğer taraftan, Ezan ‘yasağı’nın kalkmasının ‘Müslümanlaşma’ olduğu ‘yanılgısı’ da bu oluyor; Müslümanlaşma denilen ‘Amerikan İslamcılığı’; ‘Coniliğin Müslümanlığı’ oluyor, bu dönemde de Müslümanlar kandırıldıkça kandırılıyordu...


‘İki kutuplu dünya’ ya da ‘Soğuk Savaş Dönemi’ yalanı…


Fundemantalist bir devlet olan ABD’nin -beğenmediği iktidarları değiştirmesinde- önünde/yanında savaşacak veya lojistik destek verecek (bugünlerdeki Türkiye döneminden de benzer şekilde istenildiği gibi de, ülkeleri Silahlı Modeli ile değiştirecek) ülkelere ihtiyacı da bulunuyor; 25 Temmuz 1950’de DP hükümeti, Bakanlar Kurulu kararnamesiyle Kore’ye 4 bin 500 kişilik askeri birlik gönderme kararı alıyordu.

ABD için ‘propaganda’ anlaşması, Kore’de ‘işlevini’ yerine getiriyor, 8 Eylül 1952 yılında Türkiye, NATO’ya giriyordu. “Türkiye'yi Kore'ye götüren şartlar ile 28 Şubat arasında apaçık görünen paralelliklere dikkat çekmiştim. O dönemde, ABD'nin yanında yer alarak, dönemin jargonunca 'Allahsız komünistler' olarak bilinen Kore ile savaşmaya gidilecek ve ardından da NATO'ya üye olunacaktı… O dönemde pek çok ilde 'komünist hücre' keşfediliyordu. Gazetelerde, Türkiye'nin de komünizm tehdidi altında olduğunu akla düşürecek haberler sıkça çıkıyordu. İşi, ‘Yalova-Çınarcık havalisinde menşei meçhul bir denizaltı görüldü’ noktasına kadar götüren gazeteler de vardı. Yüreklere korku salınmak isteniyordu.” (9).

Okuduğunuz gibi de, tıpkı bugünlerdeki gibi, o dönemde de halk kandırılıyor, Türkiye, hiç menfaati olmadığı halde Kore’de –2000’li yılların başlarında Afganistan, bugünlerde de Libya’da– NATO/ABD için savaşıyordu...


Yeşertilen “İki kutuplu dünya (Soğuk Savaş Dönemi)” denilen yalan, Amerikan (Angolosakon-Judea) ‘dış politikasının’ yaşama geçmesi oluyordu.

Rusya; ABD’nin düşmanı değil, partneri oluyor, o ne derse yapıyordu. 1944-1945’lerde ‘kurulumuna’ başlanılan o dönemin ‘Yeni Dünya Düzeni’nin “Soğuk Savaş Dönemi- yalanı, ABD’nin ‘Demir Perde Modeli’ni 1989 yılında değiştirmesi; Minsk Anlaşması’nın Sovyetler Birliği’ni tarihe gömmesiyle de ortaya çıkıyordu. 8 Aralık 1991’de Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya liderleri, Beyaz Rusya’da bir araya gelerek, Sovyetler Birliği’nin (SSCB) varlığını tamamladığına ve “Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)” adı altında yeni bir topluluğun kurulduğuna dair Minsk Anlaşması’nı imzalıyor, 1917’de temeli atılan, 1922’de kurulan SSCB yıkılıyordu. Doğu Avrupa’da 1989 ve Rusya'da 1991 yılında ‘çöktürülen komünizmin’, basit bir rejim değişikliğinin ötesinde çok önemli sonuçları doğuyor, 21 Aralık 1991’de Kazakistan’ın Almata şehrinde imzalanan, ‘Almata (Alma-ata) Anlaşması’, BDT’yi, Birleşmiş Milletler/ABD çizgisine çekiyor, Rusya’nın, NATO/ABD ile ‘işbirlikçiliği’ bu süreçte alenileşiyordu…


Bu noktada bir parantez açalım: NATO, “hani Allahsız komünistler” olan Ruslara karşı kurulmuştu? Demir Perde ülkeleri, hani Türkiye için tehdit unsuru oluyordu? NATO’ya, bu “varolan tehdit” yüzünden girmemiş miydik?


Evet… Peki de, bu durumda, yıkılan SSCB’ne, bir darbe de NATO’nun vurması gerekiyor değil miydi?..

Gerekiyor… Peki vurdu mu?!...


‘Vurmadığı’ gibi, NATO/ABD, Sovyetlerin ‘yeniden yapılanmasına’, Rusya’da NATO’nun yeni yapılandırılmasına (ABD’ye) katkı koyuyor/du…


NATO/ABD-Rusya düşmanlığı ‘hiç olmadı’…


İkinci Dünya Savaşı/sonrası, ‘Ortodoks Hıristiyan’ olan Rusları ‘kullanarak’ Demir Perde tuzaklı ‘Yeni Dünya Düzeni’ni kuran ‘Anglosakson-Judea ortaklığı’, “iki kutuplu” dediği sistemi, 1991’de ‘Mihail Gorbaçov’la yıkıyor, Sovyet Bloku’nu; ‘Küresel Tek Yapı’ amacı gereği NATO, BM, IMF ve Dünya Bankası’na göre şekillendiriyordu.


Bir parantez açarsak da: Bu defaki ‘Yeni Dünya Düzeni (Küreselleşme)’ kurulumu, esas misyon olan, ‘Babil Sendromu çözümü (Tek Dil-Devlet-Din amacı)’ için gerekiyordu. Buna göre Türkiye de, yeniden bir kez daha ‘dizayn ediliyor’, İnönü’lü yıllarda Türkiye’ye biçilen, ‘Demokrasi modeli’nin, “daha baskın laiklik” ve “daha az güçlü muhafazakar iktidar” modeli şekli, bu defa yerini, İslam ülkelerinde model olmak üzere; “daha az baskın laiklik”, “daha güçlü muhafazakar iktidar (Ilımlı/Türk İslam)” modele bırakmak üzere ‘dizayn’ ediliyor/du…


1990’lı yıllarla başlayan “NATO/ABD-Rusya ortaklığı”nın ilk meyvesi, ‘eski Yugoslavya’daki “bölünme zinciri”nin beraberce başarılması oluyor, Rusya, NATO önderliğindeki operasyonlara, NATO üyesi olmayan ülkeler arasında en fazla asker tahsis eden ülke oluyordu. NATO/abd, kendisi için “tehdit” kabul ettiği (!) Rusya tarafından yeterince destekleniyordu. NATO, daha 1990’ların ortalarında, Rusya’yı, ilgili komite toplantılarına katılmaya davet ediyor, Rusya Federasyonu arasında 1997 yılında imzalanan ‘NATO-Rusya Kurucu Senedi’, sözkonusu işbirliği ortamını kurumsallaştırıyordu.

ABD’de sergilenen “11 Eylül 2001 İkiz Kuleler vurgunu”, bu işbirliğinin dönüm noktası oluyor; “…11 Eylül’deki terörist saldırılar NATO-Rusya ilişkileri için bir dönüm noktası oldu. Artık yürütülen çabaları birleştirmek bir zorunluluk olmuştu. Saldırılardan iki gün sonra, 13 Eylül’de, NATO-Rusya Konseyi bu saldırıları lanetleyen, ve bu tehditle savaşmak için birlikte çalışmaya hazır ve istekli olduklarını belirten bir ortak bildiri yayımladılar. Bundan bir ay sonra… daha güçlü bir NATO-Rusya işbirliğinin önemini vurgulayan ilk işbirliği eylem planı kabul edil(iyordu)…” (10).

‘Batılı Beyaz Adam’ senaryo/filmi olan ‘11 Eylül’ hadisesi, “İslam/cı terörist” doğuruyor, bu ‘üretimden’ sonra, NATO-Rusya ortaklığının “antiterör (anti İslam) işbirliği” yeşeriyordu. 28 Mart 1997 günü Roma’da, NATO-Rusya işbirliğinin “geliştirilmesini” öngören ‘NATO-Rusya Konseyi’nin kuruluşuna dair ‘Roma Bildirgesi (2002)’ imzalanıyor, NATO’nun işlevi, “terörizm/İSLAM-ülkeleri” ile savaşa göre şekilleniyor, ‘uluslararası terör’ kandırmacasıyla, “İslam/coğrafyası” ile savaşa başlanıyordu…


Washington’ın ‘hayrına’ çalışı(lı)yor… Sorun ‘İslam’…


Rusya’nın, “terör/İSLAM” denileni daha iyi “anlaması” için de, “Amerika benzeri” bir ‘11 Eylül’ü oluyor; Eylül 2004’te Beslan’daki bir okulda yaşanan ‘vurgun’, Moskova’ya, “NATO-Rusya Konseyi”nin önemini (!) daha iyi bir şekilde anlatıyordu! Bu ‘vurgun’ ile de, “NATO/ABD ve Rusya” terörizmle mücadele konusunda artık pek çok ortak nokta buluyor, “NATO-Rusya Bilim Komisyonu” bile, önceliklerini “terörizmle savaş” konusu üzerinde yoğunlaştırıyordu.

Anglosakson-Judea güçlerinin başı çektiği bu ‘Yeni Haçlı Seferi’ne, “Ortodoks Hıristiyan Rusların katkısı” hiç eksilmiyordu Bu “ikili sarmal”a, Protestan/ABD ile ‘mezhep farklılığı’ sebebiyle uzak durmakta olan “Katolik Hıristiyanlık” dünyasının ve de sonrasında da Türkiye’nin de ‘11 Eylülleri’, ‘kaçınılmaz olarak’ yaşanıyordu!

Pek çok yorumcu, 11 Eylül'ün dünya tarihinde, 7 Aralık 1941'deki Pearl Harbor saldırısıyla karşılaştırılabilecek bir dönemeç olduğunu söylüyorlardı (11).

“11 Eylül 2001” gibi ‘vurgunlar’, Pearl Harbor/1941 gibi, “ABD amaçları için” yapılan ‘kendini vurma’ oluyor. Haziran 2004’te, İstanbul Zirvesi sırasında yapılan NRK toplantısında, “terörizme/İslam karşı yıllık eylem planı” hazırlanması yönünde alınan karar, NATO/Rusya terör-İslam ile mücadele işbirliğinin geliştirilmesinde bir kilometre taşı oluşturuyordu. “Terörizme” karşı uluslararası mücadele 2005’de, ‘NATO-Rusya Konseyi’nin ‘derdi’ oluyor, Afganistan da, Irak gibi (bugünlerde Libya’da olacağı gibi), Demokrasi’ye kavuşuyordu! 2006’da Rus Deniz Kuvvetlerine ait unsurların NATO’nun “terörle mücadele” için Akdeniz’de bulunan deniz devriye gemilerine katılmasıyla da, Rusya; “NATO üyesi olmadığı halde (düşmanına!)” katkıda bulunan ‘ilk ülke’ oluyordu…


Tıpkı Rusya gibi, “Türkiye ve İslam ülkeleri de (idarecileri eliyle), “terör” adı altında İslam/coğrafyası ile yapılan ‘savaşta’ fiili rol alıyor; “Türkiye, ABD’yi ilgilendiren her meselede stratejik anlamda giderek ehemmiyetini artırıyor… Velhasıl Türkiye, aradan geçen üç beş ayda izlediği dış politikayla ABD açısından ehemmiyetini azaltmadı, tersine artırdı…işin özüne bakarsanız Afganistan gibi yakıcı bir sorunda Türk diplomasisi…Washington’ın ‘hayrına çalışıyor’…” deniliyordu (12).

Washington’ın ‘hayrına çalışmak’, Amerikan “propagandasını üstelendiğimiz” günden beri sürüyor; yaşadığımız zaman dilimi de, tıpkı o dönem gibi, “gerçek bir din ile nasıl başa çıkılabileceğinin” hayata geçirildiği dönem oluyor. Bu sebeple Amerikan Yahudisi Samuel Huntington; “Batı için temel sorun İslamcı köktendincilik değildir. Bu sorun bizzat İslamdır…farklı bir medeniyettir.” diyordu (13).

Haliyle de, “NATO/ABD” ve kullandığı Rusya ve benzer diğer partnerleri için’ sorun, “terör” değil, “İslam/terör” demek oluyor. Bu sebeple, Rusya Başbakanı Putin’in, “Libya operasyonu Haçlı seferlerini çağrıştırıyor” açıklaması, NATO/ABD’ye ‘karşı çıkış değil’, yaşanılan hâlin tespiti oluyor…


‘Savaş Afganlaşması’… Ey insanlık neredesin (mi)!..


Başbakan Tayyip Erdoğan, Katar’ın başkenti Doha’da; “Bir Müslüman olarak ‘İslami terör’ kavramını toptan reddediyorum. Terörle İslam’ı bir arada görmek bizim kanımıza dokunur…‘İslamcı’ ya da ‘Müslüman terör örgütü’ kavramını kullananları, anlayışlarını gözden geçirmeye davet ediyorum. İslam ülkelerinin de ciddi bir özeleştiride bulunmasını kaçınılmaz buluyorum.” diyordu ama (14),

İşbirliği yaptığı ‘NATO/ABD’, “İslam olanı” terör/terörist olarak görüyor. Erdoğan, “Fok balıklarının avlanması karşısında ayağa kalkan insanlık, fosfor bombalarıyla öldürülen çocukları, vicdanını rahatlatmak amacıyla terörle mücadelenin yan hasarı olarak görürse, bundan tüm insanlığın adalet duygusu telafisi zor şekilde hasar görür. Bir yıl önce bağışçı ülkeler toplandı, kararlar alındı. Peki… Gazze’de en ufak bir çalışma var mı, yok. Ey insanlık neredesin, ey yöneticiler neredesiniz? BM neredesin? Güvenlik Konseyi neredesin?” de diyordu ama (15),

bu söylediklerini asıl “Türkiye’ye” yönetmesi gerekiyor. Çünkü, Fok balıklarının avlanması karşısında ayağa kalkan “insanlık dediği” kitle, Irak’ın, Afgan’ın, bugünlerde Libya’nın ‘vurulmalarında ortaklık’ yaptığımız ‘Batılı Beyaz Adam (BM-NATO vb..) oluyor. Ya da, İsrail’e “one minute” demenin ‘Batılı Beyaz Adam’ın ‘model ülkesi Türkiye/liderine’ puan getirdiği biliniyor da, ‘fundemantalist ABD’ye ve onun ‘vurucu gücü’ NATO’ya neden kimse gerçek ‘One minute’ d(iye)emiyor!..


NATO Savunma Bakanları İstanbul Toplantısı’na katılarak bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; “'Afganistan’ın meselelerini sadece askeri yollarla çözemeyiz… ISAF ve NATO oraya, Afgan halkının kimliğini, kültürel değerlerini ve geleneklerini değiştirmek için gitmemiştir.” diyordu ama (16),

Afganistan veya bir başka İslam ülkesinde ABD’nin “Yumuşak (Kültürel saldırı) gücü” modeli de kullanılıyor. Türkiye ile ‘NATO/ABD’ arasındaki görüş farkı, “İslam ülkeleri toptan değişsin” görüşünde değil, “değişim, insan öldürmeden olsun” farkında oluyor. ‘Coniliğin Müslümanlığının’ Afgan temsilcilerinin Afgan’da, ‘Libya İşbirlikçiliği’nin de Libya’da, ‘öldürmesi’, Türkiye’nin NATO’ya ‘katkısı’ durmaksızın sürüyor…


Dahası sorun şu ki, ‘NATO/ABD’ artık, ‘aynı ülke-inanç insanını’ karşıt cephede birbirine kırdırıyor; “Savaşın Afganlaşması” modasını kullanıyor. Bunun yanında, başarabildiği ölüde, Türkiye’nin de istediği, “hem konuş, hem savaş” taktiğini de sürdürüyor. Hâl bu iken, Müslüman halkların sorunu şu oluyor: NATO neden Afgan’da, Türkiye neden NATO’yla bugünlerde Libya’da?..


Bunu artık ‘sorgulamamız’, mutlaka gerekiyor...


NATO’nun Libya’da ne işi var yahu? Ne demek ‘tek ihraç ürün’


Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 16 Mart 2007'de İstanbul'da, Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada, ABD ve NATO ile yaşanmakta olan bir soruna değiniyor; bu sorunu, ‘Türkiye'nin Afganistan'da terörle mücadele görevi üstlenmesi talebi’ olarak açıklıyordu: “NATO, genel manada ABD, özellikle bütün ülkelerden daha fazla kuvvet gönderilmesini talep etmektedir. İstediği kuvvet, terörle mücadele için oraya gidecektir... biz buna karşı çıktık. Türkiye'nin Afganistan'a terörle mücadele için gitmemesi gerekir. Afganistan'daki en prestijli ülke Türkiye'dir… Özellikle Kandahar bölgesinde, terörle mücadele eden ülkelerin askerleri kendilerini güvenlikte hissetmek için kollarına Türk bayrağı takmaktadırlar... Çünkü bunlar uygunsuz bir iş yaparlarsa, o Türk bayrağı ile, Türkler yapmış gibi bir izlenim uyanır.” diyordu (17).

Askerimizin “yüklenilmek” istenilen yeni göreve (muharip asker istenilmesine) karşı çıkışı, bugün ‘yaşadığı sıkıntıların’ sebebi mi oluyor (?) sorusu, tabii ki akla geliyor. “Bugün Türkiye'de yaşanan gerilimli süreçlerin temelinde yatan örtülü dinamik TSK'nın 'yeni' görev tanımıdır: Afpak coğrafyasında kurulacak 'İslam demokrasisi'nin inşasında Soros'un buyurduğu 'ihraç mallarımız'la yer almak.” denilmesi (18),

yaşamakta olduğumuz ‘sıkıntıyı’ da açıklıyor. “Afganistan’daki ABD ve Uluslararası Güvenlik Destek Gücü ISAF’ın Komutanı General Mc Chrystal’de gaz veriyor; ‘Muhteşemler’... Bunu çok iyi yapıyorlar. Zamanında George Soros, ‘Türkiye’nin ihraç edebileceği tek malı ordusudur’ demişti.” deniliyor (19).

Askerimizi kimse ‘o lanet gözle’ göremez, fakat, “taviz vere vere ülke yönetim tarzı”nın, geleceği/geldiği nokta ancak bu olur, oluyor…


Başbakan Erdoğan, “NATO’nun Libya’da ne işi var yahu?” çıkışı ve üst üste telaffuz ettiği, “Libya’da müdahaleye karşıyız” sözleriyle estirdiği ‘Batı karşıtı rüzgârı’, yine bizzat kendi elleriyle tersine çeviriyor, Türkiye; Libya’ya uygulanan silah ambargosunu uygulamak için oluşturulan NATO gücüne en fazla katkıyı sağlayan ülke oluyor, ‘Birleşmiş Koruyucu’ adı verilen operasyonda kullanılacak 16 deniz unsurundan 6’sını Türkiye verecek haberi gazetelere yansıyordu…


Peki de, Türkiye’nin işi “İslam ülkelerinde demokrasi kurmak” mıdır? Dünlerde ‘Komünist yalanı’ işe yaramıştı, bu defa, “Demokrasi gelecek yalanı” işbaşında bulunuyor...


Peki de… varsayalım ki, ülkemizdeki ‘Glaido’nun da babası’ olan NATO/ABD, yarınlarda, tıpkı Irak, Afganistan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi, bizde de ‘mevcut hükümeti’ çıkarlarına uygun bulmadığı için ‘değiştirmek isterse’ o zaman ne olacak?.. Bir düşünün bakalım ne olabilir!...


Askerimizin, “muharip güç” olarak NATO’da bulunmasının “istenilmemesi” anlaşılır da, fakat bu yetmez, yetmiyor; Türkiye’nin “neden NATO ile olmak” zorunluluğunun artık sorgulanması, NATO/ABD ‘işbirlikçiliğinin’ terkedilmesi gerekiyor…


‘Gladio’ temizleniyor mu?!...


NATO üyesi ülkelerde yuvalanan ‘Gladio’ yapılanmasının, 1990’ların başında İtalya'da dönemin Başbakanı Giulio Andreotti'nin 3 Ağustos 1990'da Senato'da, “Evet, NATO üyelerinde Sovyet işgali halinde cephe gerisinde direnişi örgütleyecek gizli yapılar kuruldu” itirafıyla ortaya çıkarıldığı bilinebiliyor. İtalya’dan 14 yıl önce, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, 1976 yılı bütçesiyle ilgili olarak Meclis'te yaptığı konuşmada, “Türkiye'yi karıştıran bir gizli güç”le ilgili mesajlar veriyor, O örgütün adını 1974'te kamuoyuna "Kontrgerilla” olarak duyuruyordu ama, Türkiye, Gladio'nun varlığını -el yordamıyla da olsa- ilk belirleyen ama ne yazık ki tasfiyede en sona kalan ülke oldu deniliyor (20). Peki de, bu “NATO/ABD’ci güç” bugünlerde tasfiye mi ediliyor, demek oluyor!…


Hayır… 2008 yılında yazmış; “Yazar/bilgilendiren değil, ‘Yazıcılar’dan Fehmi Koru, ‘çeteler temizleniyor’ dese de kanmayın, görevleri bitenler sahneden alınıyor; ‘yeni modelimiz’ için ‘yeni çeteler’ üretiliyor.” demiştim (21).

NATO’dan hiç çıkamayacak, Batılı Beyaz Adam için ‘gerekirse ölecek’, gerekirse de ‘kendimize karşı da savaşabilecek’ duruma getiriliyoruz!..


Kâni ‘Yani’ yapılıyor!..


II. Dünya Savaşı sonrası üstlendiğimiz, “ABD için propaganda yapma” görevimize, şimdilerde bir de, “NATO için yapmak” ekleniyor; “NATO üyesi 52 ülkenin savunma bakanları ya da yardımcıları dün İstanbul'da bir araya geldi. Tüm baskılara rağmen Müslümanlardan özür dilemeyen ve buna rağmen geçen yıl Genel Sekreter seçilen Danimarka eski başbakanı Rasmussen NATO'nun İslam âlemindeki imajının düzeltilmesi için özel bir plan hazırladıklarını söyledi. Mayısta açıklanması beklenen plana göre Müslüman ülkelerin gazetecilerine, akademisyenlerine ve farklı alanlarda görev yapan sivil toplum önderlerine büyük miktarda paralar dağıtılacak ve onlara ve onların aracılığıyla Müslüman ülke vatandaşlarına NATO'nun 'insani' bir örgüt olduğu propagandası yapılacak. Kırk yıllık Yani olacak Kani....” deniliyor (22).

Kırk Yıllık ‘Yani (NATO/ABD/Gavur)’ olmaz tabii ki ‘Kâni (Müslüman)’. Olmadığı için de, Kâni ‘Yani’ yapılıyor, “Yani, Kâni olarak” İslam/coğrafyasını yokediyor…


Türk ordusundan/Türkiye’den, ‘NATO’ya verilen hizmet’in şekli, “Kore benzeri” olsun isteniliyor, “Yeni Haçlılar”; uzak durmaya çalışsa da, “Amerikanlaşmanın” dışında kalma ‘tercihi’ yapmayan Türkiye’yi, yaptıkları ‘yokedişlerin’ içersine; “Babil Sendromu çözümü” misyonuna hizmete katmış bulunuyor…


Sürdürülmekte olan ‘Yeni Haçlı Seferleri’nin, “Tarihsel Haçlı Seferleri”inden farkı, Hıristiyan güçlere ‘Yahudilerin de eşlik etmesi’ oluyor. Dahası, ‘Amerikan halifesi’ ya da ‘Amerikanlaşmış Osmanlı’ ya ‘Başörtüsü serbestiyeti’ kazanacak olması muhtemel olan ‘Coniliğin Müslümanlığı’nın katkısı da durmaksızın sürüyor...


‘Coniliğin Müslümanlığı’nın terk edilmesi gerekiyor…


Fakat, unutulmaması gereken şu var: “ABD ve Batı'nın yolsuzluklarla suçladıkları ama buna rağmen sahiplendikleri… Karzai (-KÂNİ) gibilerine ise figüranlık rolü düşmektedir. Çünkü o ve benzerleri hiçbir zaman Rasmussen ve Odierno gibi (-YANİ gibi)…olamaz. Çünkü onlar (-Yani’ler) kendi bildikleri (-inançları) yol(-un)da inat ve ısrarla yürümeye alışmış ya da alıştırılmışlar. Karzai, Zardari, Mübarek, Kral Abdullah ve benzerleri ise hep talimat ile işbaşına getiriler ve benzer talimatlarla rezil edilerek işine son verilir.” deniliyor (23).

Saddam Hüseyin, Zeynel Abidin Bin Ali, Hüsnü Mübarek, belki Kaddafi ve diğer benzerleri, ‘işe alınmanın’, ama aynı zamanda, görevleri bitince de ‘işe son verilme’nin örnekleri oluyor. Bu duruma düşmemek, İslam/ülkemizin birliği için ‘Coniliğin Müslümanlığı’nın ‘terk edilmesi’ gerekiyor. Çünkü, ‘Kırk yıllık Yani’, olmaz tabi ki ‘Kâni’…


NATO Kafa ‘NATO mermer’ değiliz ya!..


Yoksa öyle miyiz?!..

Gerçek Şair/münevver’ Mehmet Akif Ersoy; “ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi” diyor da…

Ahmet MUSAOĞLU - 24.03.2010
www.ahmetmusaoglu.org

Hiç yorum yok: