16 Tem 2011

12 BİN ŞAMDANLI AVLU!


Osman DİYADİN yazdı..


Milli Mücadele kahramanlarından Konyalı emekli Vali Cemal Bardakçı’nın oğlu, Türk medyasının en önemli kalemlerinden biri olarak yıllarca ülkesine hizmet vermiş, ölüm döşeğinde bile “Son Türk devletine sahip çıkalım” diyen merhum İlhan Bardakçı’nın anılarını okuyorum.

Kudüs'te yaşadığı bir hatıra hakikaten ilginç ve bir o kadar da ibret verici...

Okurken önceki gün kaybettiğimiz 13 şehidimizin de derin acısıyla gözlerim nemleniyor.

Bu hatırayı bu satırlarda sizlerle paylaşmak istedim.

***
Mevki: Kudüs.
Mekân: Mescid ül Aksa
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma.

Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımıyla bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne kavuşturur.

Miraç mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. "12 Bin Şamdanlı Avlu" derler oraya.

Yavuz Sultan Selim; 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.

Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy...
İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey işte. Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi?

Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı...

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var.
Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu.

"Kim bu adam?" dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem." diye cevap verdi. "Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz, kimseye bakmaz, kimseyi görmez."

Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım.
"Selâmünaleyküm baba." dedim.

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:

- Aleykümüsselâm oğul.

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...

- Kimsin sen, baba? dedim.

Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz. O canım devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız.

9 Aralık 1917. Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
- Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden...

Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım.

Yarabbi! Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi... Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim edem mi?

- Elbette, dedim, buyur hele...

Konuştu:

- Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul.

Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki...

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:

- Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, "11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. ‘Tekmilim tamamdır kumandanım’ dedi" dersin.

Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başındaydı. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
Hasan Onbaşı bizdendi. O halde unutulmak kaderiydi.

Öyle de oldu zaten.

O ki göklere başvermiş bir ulu selvi idi.
Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük.

Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas manayı da unutmuştuk.

***

Sevgili okurlar, öylesine büyük, öylesine şanlı, öylesine gurur duyacağımız bir tarihimiz, atalarımız ve dün olduğu gibi bugün de canlarını bu vatan, bu bayrak ve bu millet için seve seve veren öylesine yiğit evlatlarımız var ki bugün “Bu millet, bu vatan, bu bayrak adına onlardan nasıl helallik alacağız?” sorusunu özellikle bugünlerde bile bir araya gelemediğimiz, şehitler üzerinden bile siyaset yaparak kendi kendimizi yiyip bitirmeye devam ettiğimiz dönemde kendi kendimize sormaya mahkumuz!

Bu vatan için canlarını seve seve feda eden aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve büyük Türk milletine başsağlığı diliyorum.

KARADENİZ-16 Temmuz 2011 Cumartesi

Hiç yorum yok: